KARINCA MİSÂLİ

WEB-SAY-5 

 Karınca böyle yaşadı

Karınca kararınca

Hiç yolundan dönmedi

Ne yağmurlar yağınca

Ne yaprak sararınca

 

Yola bir iz bıraktı

Menziline varınca

Bir tek soru sormadı

Eller yükü alınca

 

Tek bir damla dökmedi

Umudu kararınca

Yarıdan devam etti

Yükü sırta alınca

 

Karıncanın erzağı

Gündöndü çekirdeği

Biri ağır gelmedi

Nimetini bulunca

 

İçindeki güneşle

Yol alınca karınca

Yıldız hiç düşlemedi

Özün ufuklarınca

 

Yük dövdü nimet düştü

Rüzgar kesti yolunu

Azmini bırakmadı

Gözü açık karınca

 

Bıkmadan usanmadan

Çizgi yolu hep geçti

Sonsuz huzuru için

Sessiz çileyi seçti

 

Yollar menzile erer

Güne bakan yanınca

Nasıl yolundan döner

Şu sabırlı karınca

 

İlmin aşkın narınca

Toprağa sarılınca

Hak gününe varınca

Büyü küçük KARINCA

 

Hayatın dikenleri

Yüreğimi yarınca

Gözlerim ize bakar

İşte orda karınca

 

Bana bir ibretsin sen

İnsan haddi görünce

Yoluma ilhamsın sen

Elime duamsın sen

Gönlü derviş karınca

TEK HAMLENİN TILSIMI

-20 Temmuz Unesco tarafından Dünya Satranç Günü ilan edilmiştir. Ben de Nâr-ı Beyza ( Hayata Dair Denemeler) Kitabımdaki “At”a dair bir denememi sizlerle paylaşıyorum.-

Eline aldı At’ı… Tam, doksan derecelik bir açı çizebilecek güçteki dosdoğru yolunu, yine dosdoğru ama şimdi üzerinde olduğundan farklı olan yoluyla tamamlamak niyetindeydi, karelerde ilerlemeyi hedeflerken. At’ı eline almadan az öncesi ile eline aldığı şu ândaki havada aynı zerreleri soluyordu, elin sahibi: Huzur ve kendinden eminlik. At’ta da aynı zerreleri bulunca apayrı bir sevinçle kaplandı içi.

Şimdiye kadar gittiği yoldan farklı yöne gidecekti. Bunu biliyordu; biliyordu da… Ama hangi yöne olmalıydı bu gidiş?

Eline aldı At’ı… Ve düşünmeye başladı… Hatta o kadar düşünmeye başladı ki  “ne zamandan beri düşünmeye başladığını bile düşünmeye başladı”, beyninin kıvrımları. Evet! Düşünülmesi gereken önemli bir konuda takılmıştı yine beyni bir kere: ”Düşünmeyi düşünmek”, ”düşüneni düşünmek”, ”düşünmeyeni düşünmek”, ”düşüneni düşünmemek”, ”düşünmemeyi düşünmemek” ya da “bu sayılanların hiçbirini veya hepsini düşünmek”… Ne erdemdi, şu düşünmek!.. Fakat takıldığı yerden beynini aniden söküp çıkardı. Çünkü yüreği ona çok da fazla düşünmemesi gerektiğini, daha doğrusu, “fazla düşünmenin zamanının şu ân, yolununsa bu yol olmadığını”, ânlık ama asırlık gücü olan güçlü bir titreşimle bildirdi.

At’ı eline almıştı bir kere. Yola çıkılmıştı işte. At’ın, yolun, elin ve kendisinin rengini tam seçemiyordu… Hangi rengin ya da renklerin bulunduğunun pek de önemi yoktu şu ân için. Ya siyahtı ya beyazdı, her şey… Beklenenin tam aksine, tüm renkleri ustaca saklayan siyah da serilmiş olabilirdi; bütün renkleri aydınlık içinde yüzlere ve tahtaya yansıtan beyaz da, hayata. Veya her ikisi de bir aradaydı kâinatta. Yine de O, renkleri seçemeyişinde bile tarifsiz bir güven duygusu sezdi havada. Zamansa ya alaca karanlığı ya ay ışığının suya vuruşunu, ya tan yerinin ağarışını ya da güneşin saklanmaya yüz tuttuğu ânı işaret etmekteydi. Rengi seçemeyişinin bu dört dörtlük ışık oyunlarının marifeti olup olmadığını düşünmemeye özen gösterdi; işte, şu elinin At’a ulaştığı ân.

Düşünmeyecekti bu ândan sonra. “Hamle yüreklerdeydi.” At’ın ve kendisinin o muhteşem adım atışları, şahlanışları, bütün renklerin üzerinde, paha biçilmez öncelikteydi. Düşünmese bile bu dört zamanı; aynı tazelik ve aynı heyecanla duyumsadı yürekten. At’ın da aynı sezişlerle dolu olduğunu At’ın yüreği O’na sessizce söyleyiverdi. Bu hissedişleri tattıktan sonra rengi bulamayışın ne hükmü olurdu ki? Veya duyumsanan ve ân’a hükmeden renkleri konuşmaya yeltenmenin ne anlamı vardı ki?..

Tek gerçek vardı: Yola çıkılmıştı işte. Ve bu kararlı şahlanıştan bu ândan sonra asla geri dönüş olmayacaktı. Dönüşün olmayışı bile siyah ve beyazın içlerine sinmiş renklerin mutlak zaferiydi.

Düşünmenin yerine, tek ve değerli bir sorunun cevabını bulmak için iş birliği içinde seferberlik ilan etmeliydiler; şimdi, aklı ve yüreği. “At, nereye doğru, kararlı, başı dik, mağrur ve hiç yorulmadan yol alacaktı?” O da, eli de, At da, yol da, zaman da –belki de, renkler de- biliyordu ki tek bir şansı vardı At’ın… Fakat yine hepsi de biliyordu ki At’ın bu tek şansı, asırlar içinde milyonlarca varlıktan ancak birine düşen, kıymetli ve özel bir şanstı…

Yüreği, elini ve At’ı aceleye getirdiğini düşünerek bir ânlık bir duraksama geçirdi. Ama hemen eski canına kavuştu. Evet! Yürek de içinin tüm derin güçleriyle anladı; bu şans üzerine yürek koşturmak çok değerli ve anlamlı “bir” seçimdi. Ve evet! El de At da ilerlemeliydiler; fakat yapacakları bu bir hamle “tek” ve “doğru” olmalıydı. Hem siyahın hem de beyazın görebileceği netlikte; hem siyahın hem de beyazın göğüsleyebileceği derinlikte; hem siyahın hem de beyazın, At’ın bu hazine değerindeki tek hamlesinin ardından gelebilecek daha milyonlarca hamlede “dostça” buluşabilecekleri ”tek doğru yön”de ve “tek kararlı nokta”da bulunmalıydı, bu hamle.

Aslında bu oyuna o kadar çok âşinâ değildi O. Daha da derini; bu tahta üzerindeki oyunu ve bu beyaz siyah taşları, bu vadide hiç mi hiç oynamamıştı. Bu nokta aklına gelince elin sahibinin yüreği bir kez daha kabardı ve At’ı daha bir yürekli tuttu. Oynadığı bu oyun tahtası, ömründe ilk kez gördüğü güçlü bir tılsımda; bulunduğu bu vadi, hayatında ilk defa karşılaştığı muhteşemlikte ve aynı zamanda hayatında yalnızca bir kez karşılaşabileceği derinlikte idi. İşte, belki de yüreğinin gücü buradan geliyordu. Oyun tahtasını birkaç kez görmüş ve oyun taşlarını bir ya da iki kez eline almış olmasına rağmen At’ı eline alışı, ilkti O’nun için. “İlk” oluş, aynı zamanda tılsımlı oluşun da müjdecisiydi; hem el için hem de At için. Üstelik ilk olduğu için olsa gerek, hem kıymetli hem nazlıydı; hem güçlü hem asildi; hem cesur hem de kararlıydı, şimdi At. Ve At, tılsımın hikmetiyle “şimdi”yi yaşamalıydı yüreklice…

At, elin istemesiyle havada dururken tüm siyah ve beyaz taşlara aynı ânda baktı. İlk kez uzanabildiği, ilk kez yanına kadar gelebildiği bu derin vadideki “oyun tahtası”nı alıcı gözle inceledi, son bir kez… Şimdiyi yaşamalıydı; anladı. Tek hamlenin tılsımı ve gücü O’na aitti; hissetti. Bu hamle için ve bu ân için seçildiğini fark etti; şükretti… Eli de şahlanışa davet etti…

Şimdi, şu ân hayat, siyah ve beyaz karelere bölünmüştü… Ân, tüm zamanları içine alan tek bir kesitte, tek bir çizgide donup kalmıştı. Ân, At’a aitti… At ile El, göz göze geldi; o siyah ile beyazın buluştuğu sonsuz çizgide…

O da eline baktı; titremiyordu… At’a döndü yüzünü; At, gözünü yoldan ayırmıyordu ve adım attığı için mağrurdu. Yüreğini dinledi!.. O ânın azameti ve büyüsü karşısında atışı durmuştu sanki, yüreğinin… Renklerin O’na ve At’a oyun oynadığını hissetti; gülümsedi… O zaman gördü ki El, şahlanışın ve tılsımın davetini tereddütsüz ve hemen kabul etmeliydi. Kabul etti de hiç düşünmeden…

Şimdiyi kabullenişle El ve At gözlerini, ulaştıkları bu vadi üzerinde sabitleştirdiler. Vadi giderek tek renk olmaya başladı. Bu, siyah ile beyazın muhteşem buluşmasıydı. Rengi kavradı; yürekli el… Gözün alabildiği kadar uzanan bu gri renk; içi sızlatan, içe acı veren, içi karartan bir grilik değildi. Ya da bu kendinin farkında olan gri; bir bilinmezliği, bir vazgeçişi, bir kaçışı, bir yenilgiyi temsil etmiyordu. Bu gri, siyahın beyaza beyazın siyaha tutkusu, birbirlerine olan bağlılığıydı yalnızca…

Siyah ve beyaz taşlarla birlikte, siyahla beyaz karelerin de derin bir vadi oluşturarak el sıkıştığı bu müthiş satıh, arkası özenle sırlanmış bir gümüş gri ayna idi, işte. At’ın ve elin sahibinin gözleri bu sırrı gördüler ama hiç kimseyle hiçbir şeyi paylaşmadılar. Gözlerin bunu gördüğü ân, Yürek, bir saniye önce içine düştüğü telaştan mahcup oldu; vadiye güvenli bir bakışla ısınıverdi. Yürek ısınınca el de ısındı, el ısınınca At’ın şaha kalkmış kararlı ve güçlü ayaklarına hükmeden o asil yüreği de ısındı. At, bir hamlede gri aynanın içinden geçerek dimdik ve dosdoğru yoluna devam etti…O, ne derin ve gümüşî aynaydı öyle!..rana satranç

“ÖMER’İN ADALETİ”

 : Mustafa Faruk İSLÂM ve Rânâ

Kitap Kapak-Gülden mi Sevgili-2

 

Ömrün Ömür Dolsun Babam

 

Babam;

Afacan bir çocukken

Kocaman bir yürekle

Kocaman kafa taşımış

Her an…

 

Aklı henüz babalıkta

Değilken

Akıllıymış ama…

Aklı henüz aklında da

Takılı değilmiş daha…

Top koşturmuş sokaklarda

Aklı bir karış havada

Kalbi yücelerden yüce

Gönlü iki sevdasında…

Futbolculuk niyetinde

Hem sanatçı ince ince

İşte, tam da o yıllarda

Değmeyin, baba keyfine

Değmeyin de…

Faruk demişler adına

-Havva’nın cömertliği-

Mustafa’nın saflığı

Ömer’in adaleti…

Bunlar yoğurmuş hayatı

“Olmuş” ismiyle müsemma

Yüreği koskocaman

Aklı da kocaman babam…


İşte bunca güzelliğe

Bereketli güzellik de

Onun benliğinden gelmiş;

Dâvud’un yanık sesine

Cümbüş nağmesi eklenmiş…

Babam,

Yılları yaşarken

O Kocaman akılla

Kocaman yürek yazmış

Her an…

Kaşla gözün arasında

Diplomayı nasıl almış?

Hangi “Mülk”ün Dîvânı’nda?

Sözlerine Hak kazanmış?

İlk şiirini nerede yazmış?

Hangi çeşmenin başında?

Hangi dilberin kaşında?

Elindeki hangi sazmış?

Nağmeleri şiire hazmış…

Ha babam yazmış babam…

Ha babam…

Bestelerini görünce

”Dudakları uçuklamış*”

Herkesin…

Şiirlerini duyunca

Nutku tutulmuş nefesin…

Müzikle bittiyse kandın

Babama yetti mi sandın?

Tarih Felsefe su gibi

Edebiyat ahu gibi

İdare etmiş her şehri

Pınarlardan duru gibi…

 

Anadolu’da dolaşmış

O kocaman yüreğiyle

Kırk iki yıl dolup taşmış

Ülkesine hizmetiyle…

Ailemizin direği

Üç kızının tek ereği

Kale gibidir bileği

Aşkla yandı gönlü her an

Aşka kanmamış, şu babam…

Gönlü sanat aşkı dolu

Yüreğinde hep al koru

Aklı adaletin yolu

Tek eğlencesi futbolu

Geçmiş ömür Samanyolu

Anadolu Anadolu…

İçli içli şiir dizmiş

Nazlı nazlı cümbüş sızmış

Hece yazana hep kızmış

Baba gibi aruz yazmış

Gönlünde sevdası sırmış

“Hüzzam” sevmiş, “Uşşak” sarmış…

Babam…

Bizim yüreğimizin elinden

Tutarken

Kocaman bir yürekle

Kocaman bir kafa taşır

Sonsuza Babam…


Durma Babam;

Bütün hayat pınarınca

Şiirlerin dize dize

Bir gün gelmemişsin dize

Yüreğinde göze göze

Baş eğmedin kurda kuşa

İçinde büyümüş çınar

Çağlayanın sessiz pınar

Mirasın dürüstlük olmuş

Aklın yüreğin hep doymuş…

Yangınını kimse duymaz

Ağladığın kimse görmez

Özlü sözlerine eren

Senin sohbetine doymaz…

Bir söyledin pir söyledin

Hep Bey oldun, Rast söyledin

Cümbüşünden nağmelerle

Pes söyledin, has söyledin…

Bana miras kalan her şey

Sevgi, tok söz, hakkaniyet

Edebiyat ve hürriyet

Gönlü engin babamdandır…

Ömrü gani o babadan;

Baba gibi, babamdandır…

 

Edebiyat alanında ya da sözlü tarih çalışmalarında geçerli olan eğilimler içinde ender görülen bir durumdur, bir evladın babasını çok yönlü olarak ya da deryadan damla misali birkaç çizgi ile tanıtma girişimine talip olması. Elbette bir evladın babasını, annesini ya da atalarını ve büyüklerinin eserlerini tanıttıkları çalışmalar vardır. Fakat bu çalışmalar ekseriyetle tarihe, hayata, hayatın bir alanına iz bırakmış şahsiyetin vefatından sonra kaleme alınan yazılardır. Yirmi sekiz yılını Edebiyat öğretmenliğine vermiş, bir ömür edebiyat ve tarih alanında onlarca biyografi ve otobiyografi okumuş, incelemiş bir kişi olarak bunu çok iyi idrak edenlerdenim.

Ama takdir edersiniz ki insan hayatında istisnai durumlar vardır. Öylesine istisnalardır ki bunlar, tüm bildiklerinizin aksine sadece ve sadece yüreğinizin sesini dinler ve “an”ı iyi okuyarak hiç denenmeyeni veya denemeye cüret edilmeyeni “mutlaka yerine getirmeyi” insanî bir borç bilirsiniz. Üstelik cesaretinizi bilgisizlik ya da edepsizliğinizden değil tam tersine edebinizden ve “bir şahsiyetin”, “bir ömrün”, “bir ailenin onurlu ve asil insanlık ve gurbet yolculuğunun” tek şahidi olduğunuz bilgisinden alırsınız. Hayatın cilvesi, belki de kim bilir, Allah’ın bir lütfu olarak hep çekirdek aile olarak yaşamının büyük kısmını geçirmiş bir ailenin mensubu olarak babamı birinci elden anlatma vazifesi bana düşmektedir, derinden hissediyorum.

İşte bu şuurla – aylarca bu yazıyı yazıp yazmamam konusunda sıkça tefekkür etsem de nihayetinde- böylesi bir yazıyı kaleme almaya karar verip yazımın başına oturdum: Yazıyı yazarken yıllarca eli kalem tutan bir yazardan daha çok çok sevdiği, saydığı, şahsiyetine hayran kaldığı babasının hayat mücadelesine, sanatçı ruhuna, adil yüreğine, yüksek muhakeme gücüne tanıklık eden, yüreği titreyen küçük bir kız telaşı ve heyecanı içinde olacağım. Ve bundan da büyük bir mutluluk duyacağım. Okuyucularımızın da bizi anlayışla karşılayacağına olan inancım tamdır.

2008 yılında babamın 70. yaş gününde kaleme aldığım ve babama ithaf ettiğim “Pencereye Vurdu Tan” şiir kitabımda da bulunan (Bu kitap, ortak-ikiz bir kitaptır. Kitabın diğer yarısı Bakü’den Akademisyen / Şair Terane Turan Rehimli’nin ‘Sana Yazmadığım Şiir’ isimli kitabıdır. Öylesine hoş bir tecellidir ki kıymetli dost, yazar arkadaşım Terane hanım da bu şiir kitabını sevgili annesine ithaf etmiştir.) “Ömrün Ömür Dolsun Babam” şiiri ile babamı anlatan içli ve “yazılmasının gerekliliğine tüm ruhumla inandığım” yazıma başlamak istedim. Aslında bu şiir babamı çok iyi özetliyor ve “babasının yanında hiçbir zaman büyümek istemeyen bir kız”ın babasına olan sevgi ve hayranlığını dile getiriyor. Bu şiiri zikredişin ardından bazı şeyler fısıldayayım, siz okuyuculara izninizle. Daha sonra da size baba, mülkiyeli, şair, bestekâr, âşık, futbolcu, filozof babam Mustafa Faruk İSLAM’ı dilimin döndüğünce küçük küçük hatıralar ve kesitler halinde tanıtmaya çalışacağım.

Kıymetli Babacığım!

Şunu açık yüreklilikle ve “baba gibi” dillendiriyorum:

 “Senin şiir yazmana hep gıpta ile baktım. Ömrün kendi yazdığın güftelere kendinin yaptığı bestelerle doluydu… Belki de bu yüzden, kırklı yaşlarımda kaleme aldığım ve seni, “babamı” anlattığım “Ömrün Ömür Dolsun” isimli şiirimde senin “Kıskanırım” şiirini yâd etmeden (‘dudakları uçuklamış*’ ) geçemedim. Şunu bil ki  şiir yazarım belki fakat şiir besteleyemem, senin gibi. Ama seni ömrümün son demine dek severim, senin beni daima sevdiğin gibi. Bir de senden aldığım güçle ve ilhamla hayatımı besteleyebilirim. Bu yeter mi?”

Kıymetli okuyucular, sevgili babamın birinci şiir kitabı “Bir İçim Su”da yayınlanmış şiiri “Kıskanırım”, Türk Sanat Müziğinin Şarkı formunda ve Rast makamında yine babam tarafından bestelenmiştir. Sizlere babamın hayata iz bırakan ve benim yüreğime nakşedilen bazı özelliklerini anlatmadan evvel onun bu şiirini aktarmak istedim. Benim babama yazdığım şiirde de bu “Kıskanırım” şiirine telmih (hatırlatma, gönderme) bulunmaktadır. Şiir şöyle:

Korkulu rüyalardan,

Esirgesin seni Tanrım.

Uçuklamasın dudakların,

Rüzgâr dahi okşasa saçlarını

Kıskanırım.

(M. Faruk İSLÂM *KISKANIRIM)


 

Babam, Mustafa Faruk İslam… 17.01 1938 doğumlu… Hayatının 42 yılını Anadolu’da, “gurbette” geçirmiş olmasına rağmen ömrünün her anında “Başkentli” kalabilmiş bir Mülkiyeli; üç kız çocuğunun babası, ikisi kız, ikisi erkek dört torun sahibi; ruhunun her zerresi ile bir sanatçı, O. Onun şahsiyetini özetleyen tek tanımlama “nevîi şahsına münhasır”dır. Cedleri Bosna’dan (Balkanlar, Avrupa topraklarından), kaderi, çilesi, yolculuğu Anadolu’dan…

Onu size anlatırken – bir gün, Allah’ın izni ile annemi ve babamı bir arada anlattığım bir romanı gün yüzüne çıkarmak dilediğimden- bir olay örgüsü anlatmaktan ziyade hayatın çarpıcı izlerini, hatıralarını dile getirme yolunu tutacağım.

Babam ve Ben

Babam Mustafa Faruk beye çok tutkun bir çocukluk devresi geçirdim. Çocukluk yıllarıma ait ondan kalan izler derseniz; her şeyden evvel hatırladığım, babamın şehir dışına gidişlerinde benim günler geceler boyunca hastalanışım ve ateşler içinde onu sayıklayarak onun dönüşünü bir leyla misali bekleyişimdir. Babam uzun seyahatlerden eve her dönüşünde bana bir oyuncak alırdı, sanki hasretimi dindirmek ister gibi. O, hasret dolu seyahatlerinden birinden dönüşünde bana aldığı oyuncak fırın tüm detaylarıyla hâlâ dün gibi aklımda. Tabii ki seneler içinde babamın bana daha birçok hediyesi oldu ama yüreğimde en çok yer eden hediyelerinden biri olan öğretmen olduğum ilk senemde, ilk öğretmenler günümde hediye ettiği dolma kalem de benim için ayrı bir önem taşır.

Dört yaşlarında okuma ve yazmayı babamın sabrı ve edebiyat, felsefe, tarih, müzik tarihi kitaplarından oluşan mütevazı kitaplığı sayesinde öğrendim. Evet, kitaplığı sayesinde. Çünkü kitaplıktan rastgele kitap alırdım, aldığım kitabın sayfalarını açar ve babamı bıktırana dek kelime ya da harfleri ona sorardım. Babam da –aksine- hiç bıkmadan sorularıma cevap verirdi. Yine o çağlarda, okuma yazmayı öğrenmemin bir ödülü olsa gerek, asker bavulunu andıran küçük kırmızı bir bavul-çantam vardı. İçinde daima hikaye kitapları, kağıtlar ve renkli kalemler olurdu. Elbette ki hepsini babam almıştı.

Babamın bana ilk ciddi kitap ve dergi hediyesi, ilkokul beşte oldu. O zamana dek ben babamın kütüphanesinden kitap aşırır, anlamasam da kitapları okumaya zorlardım kendimi. Bazen de kütüphaneden aldığım kitapları, babamın dolma kalemi ile bir güzel karalardım. Hiçbir zaman babamın beni kitap karalamamdan ötürü azarladığını hatırlamıyorum.  Zannederim babam, bilinçli kitap seçimi yapmam ve zaman içinde bir kitap kurduna dönüşmem için zamanın geldiğine inanmıştı: Beşinci sınıfa geçtiğim on yaşımda bana “Milli Kültür” dergisi ile Ali Fuat Başgil’in ‘Gençlerle Başbaşa’ isimli kitabını almıştı. Şair olarak Mehmet Âkifle, şiir olarak İstiklal Marşı ile ilk ciddi karşılaşmam o dergi ile oldu. Kitaptaki öğütlerse yıllar yıllar içinde süregelen bazı güzel alışkanlıklarıma temel teşkil etti. Babamın tarih mecmualarından otuz altı padişahı öğrenişim de o yıllara rastlar.

Babam ilk büyük trafik kazasını yaptığında o otuz beş yaşında, ben altı yaşında idim. Hamur kaymakamı idi. Öylesi büyük bir kaza geçirmişti ki beş takla attıkları arabadan sağ çıkmış ama şokla arabanın ön camını kafayla kırarak kafasından büyük darbe almıştı. Bütün çenesi ve yüzü parçalanmıştı. Ağrı hastanesinde aylarca tedavi olup, yüzüne ve başına hiç müdahale edilemediğinden saç sakal karışmış taburcu olabildiğinde -Hamur ilçesinde planını kendisinin çizdiği Kaymakam lojmanını henüz ilçeye kazandırmış ( ki o zamana kadar annem, babam ve ben, sanıyorum bir buçuk yıl  süre ile toprak damlı, bir göz oda evde kalmıştık)  ve kazadan üç beş ay önce, lojmana henüz oturmuştuk ailece-  otobüsten inen adamı babama benzetemediğimden ben lojman içindeki şöminenin içine koşarak kaçmış ve orada saklanmış “bu babam değil, bu babam değil” diye bağıra çağıra saatlerce ağlamıştım.  Ve yanılmıyorsam; geceden sabaha dek orada kalmıştım. O lojmanın planı -her nasılsa- en ince ayrıntısına kadar hâlâ aklımdadır.

Biraz da rahmetli annemin “hikaye etme ustalığı” ile yıllarca biz üç kızına anlatışından, yüreğimde / yüreğimizde iz bırakışından olsa gerek,  o çağlardan aklımda kalan bir iki önemli iz daha var:

Genç kaymakam Faruk bey, karlı kış günlerinde at sırtında ya da kızakla dağlarda günlerce vatana, millete, halka musallat olan eşkıya peşinde gidermiş; benle annem de o kocaman evde onu beklermişiz. Hatta, uzun kış gecelerinde lojmanın etrafını kurtlar sarar ve gözleri evimizi projüktör gibi aydınlatırmış. Bir de o mahrumiyet bölgesinde,       -devlete bir bina kazandırmasına tezat- evinin içinde eşyası olmayan kaymakam ve eşinin bu uzun kış gecelerindeki en büyük eğlencesi, bir sakız markasının sakızla beraber hediye oyuncak olarak verdiği plastik savaş araçlarını ve askerlerini biriktirerek iki farklı ‘plastik ordu’ oluşturmaları, bu orduları kocaman salonu kaplayan satranç tahtasının damalarını andıran desendeki büyükçe kilime satranç taşı gibi – belli bir kural ve nizam çerçevesinde- dizerek icat ettikleri stratejik savaş oyununu oynamaları imiş.

Sonra Tunceli’ye geçtik. Artık şehirde idik. Biraz daha büyümüştüm. Çok zor yıllardı. Bütün memur çocukları jandarma eşliğinde okula gidip geliyorduk. Hatta bir keresinde valinin oğlu dahi bıçaklanmıştı. Ama buna rağmen babam anneme, bana ve kardeşlerime dik durmayı, insan olmayı, insanlara muhabbet beslemeyi, adaleti nakşetmeye devam etti. Ben üçüncü sınıfta idim. Her gece babamdan Türkiye coğrafyası, tarihi hakkında dersler aldım. Daha küçük sayılırdım ama o küçük yaşıma rağmen babamın iyi bir yönetici olarak halk tarafından çok sevildiğini ve devleti, milleti adına çok çalıştığını biliyordum.

Yıllar su gibi geçiyordu; babam bir pinpon topu misali Anadolu haritasının en uç sağ köşesinden en uçtaki sol köşesine; en yukarıdaki şehirden en aşağıdaki şehire ortalama bir buçuk iki yılda bir tayin edildi. Bu tayinlerden hiçbirine bir kez dahi itiraz etmedi. Hepsine “vatan-millet” görevi,  insanlığın ulvî görevi olarak baktı. Babam ve tabii eşi annem, çok kısa sürede her gittikleri yerde sevilip sayıldılar. Yaşım büyüdükçe babamın şiirlerini ve bestelerini –ev içinde- fark etmeye, şuurlu dinlemeye başladım. Müziğe, kitaplara,  aruza, şiire, Osmanlı Türkçesine-kelimeye- âşık olduğu kadar futbola, Ankara’ya olan aşkını da öğrenmiştim artık. (15 Temmuz’dan sonra daha da irkilerek idrak edeceğim gibi, ki çocukluk ve gençlik dönemlerimde de çocukça ve saf yüreklikle hep sezdiğim, hissettiğim üzere) Babamın adalet ve insaniyet ilkesine, yönetim ve amirlik anlayışına göre zor ve çileli bir Anadolu memuriyeti yıllarında ona arkadaşlık eden daima “aruzla yazılmış” aşkı / ilahi aşkı yansıtan şiirler, kendi şiirlerinden kendisinin bestelediği şarkılar, radyodan her Pazar düzenli olarak dinlediği dünya ve Türkiye futbol maçları, annemle oynadığı tavlalar, okuduğu Tarih ve Felsefe kitapları, civar il, ilçe ve köylere bizimle yaptığı küçük geziler olmuştu.

Hatta çoğu zaman mesai arkadaşlarından insanlık ya da hayat görüşü, yönetici anlayışı olarak ayrıldığı anlarda, yıllarda yalnız kalmış, anlaşılmamış olmasına rağmen vatanına, milletine, devletine, ümmetine, hepsinden öte de Allah’ına olan inancını hiçbir zaman yitirmemiş, ‘Ömer’in adaleti’nden bir an dahi şaşmamış, gerek memuriyetinde, gerek özel hayatta gerekse akraba ilişkilerinde haksızlığa uğradığı anlarda dahi asalet, vakar, sabır ve sükûnetini kaybetmemişti(r).

Çok iyi hatırlıyorum: Bir sınır iline bir kamyonun yarısını ancak dolduran eşya ile gelmiştik. Ki artık üç çocuklu beş kişilik aile idik. Aynı apartmanda babamın mevkidaşları ve aileleriyle birlikte oturuyorduk. Bizim aile ile emsal birkaç aile de bizim gibi yarım kamyon eşya ile tayin olmuştu ile. İki sene sonra, yine onlarla aynı anda babamın (bizim) tayinimiz çıktığında, biz yine yarım kamyonluk aynı eşya ile yola revan olduğumuzda babamın mevkidaşları iki tıra zor sığdırmıştı eşyalarını. Oturduğumuz hiçbir lojmana çivi çakmamıza izin vermezdi babam. Gönlü gani, saf kalpli Anadolu insanının elinde el kadar tereyağı ile dahi dairesine gelmesine hemen hiddetlenir, tereyağını usulünce geri çevirir ve biz ailesine bir kuruşluk dahi haram mal, para girmesine müsaade etmezdi.

Mesai günlerinin hiçbirini biz ailesine detaylı anlattığına şahit olmadım; fakat şimdi çok iyi idrak ediyorum ki çok zor ve çoğunlukla birbaşına ‘devlet mamurluğu / yöneticiliği’ yaptı. Elbetteki eşi ile (annemle) bazı durumları müzakere ederlerdi ama ben eminim ki babamın annemle paylaştıkları da daima belli bir sınır içinde kaldı. Babam, ömrü boyunca daima sabrı, sükûtu, affedişi seçmiştir. Ezelden ebede az konuşur, öz konuşur. Fakat onun bu tutumu her daim, her anı ve her durumu detaylı anlaması,  ‘bilmesi’ndendir. Hararetli ve biraz da gevezelikle dolu konuşmalarda çok uzun süre susar ve dinler ama eğer konuşmaya katılmaya değer bulup da bir cümle söyleyiverdi mi de bütün konuşmaya son noktayı koyardı / koyar. Tabii ki müthiş muhakeme gücü, yönetim kabiliyeti, keskin zeka ve hassas bir ruh, gani insan sevgisinin kaçınılmaz tezahürüdür, bu durum.

Allah’a tam teslimiyetle inanan mülki amir, şair, bestekar ve ‘Ömer’in adaleti’nin timsali Mustafa Faruk Bey’i yani babamı, tam da bu vasıfları ile anlamak, tanımak, değerlendirmek gerekir. Yüreğini Yaratan’a öylesine bir teslimiyetle bırakmış bir kul ki babam; her devirde daima has bir kul, has bir evlat, has bir kardeş, has bir eş, has bir ‘devlet adamı’, has bir şair, sanatçı olmayı elden bırakmadı. Eğer, hayata ve insanlığa dair bir kusuru varsa ya da hayattan ve insan(lar)dan bir alacağı varsa hepsini büyük bir tevekkülle Allah’ına havale etti.  Bütün ömründe ‘insan’ olduğunu unutmadan; ‘insan’ı ve ‘insanlık’ı yaşatmaya çalıştı, tüm gücü ile. Belki de ‘rind’ misali bir hayatı yaşamayı tercih edişi -Bosna’dan getirdiği insanlık ve yürek anlayışı ile Mülkiye’den mezun olduğu (1961) yılından 15 Temmuz 2016’ya kadar geçen onca seneye, şimdilerdeki şuurum ve ‘görüş açımla’ baktığımda; yani babamın Anadolu ve meslek serüveni ile Türkiye’nin serüveninin aynı yıllara denk gelmesine bakınca, babamın zaten ezelden farkında olduğu benim ise şimdilerde çok iyi idrak ettiğim ‘sırlı ve çileli tablo’ üzere- tesadüfî değildi. Belki değil elbette ki ‘bu duruş’ mutlak surette tesadüf değil! Bu seksen yıllık, ömürlük duruş;  onurlu bir insanın ağlanmayı, kaçışı, birilerine suçu atmayı, neme lazımcılığı, karamsarlığı seçmek yerine aklını, yüreğini, vicdanını gücünün yettiğince seferber ederek ‘güzelliği muhafaza ve yaşatma’ arzusunun dahiyane ve cansiperane buluşudur.   Kendisine, biz ailesine, ülkesine, milletine, devletine, ümmetine olan derin saygısı ve muhabbetinin kaçınılmaz bir sonucudur, babamın benzersiz ve yürekli ömür koşusudur, bu vakur hayat. İşte bu duruştur ki biz çocuklarını her daim başı dik ve alnı açık tutmanın yanında, hayata karşı yürekli, renkli ve güçlü tutuyor. Sana müteşekkirim babacığım.

“Aşk”a ve “İnsan”a Yaratan’ına olan sonsuz aşkının gücü ile âşık, tam bir sanatkar ve tam bir devlet adamı olan babam hakkında daha çok şeyler yazılabilir. Öğretmenliğe başladığımdan bu yana –yani demek ki otuz yıla yaklaşıyoruz- babamdan ‘hatıralarını’ kaleme almasını istedim: İdarecilik anıları, seyahatleri, okuduğu onca kitap, sanatçılık hatıraları, yöneticilik tecrübeleri, Anadolu’dan edindiği tüm güzellikler, insana ve topluma dair müthiş tespitler… Yazmadı!.. Belki de yazmak istemedi, yine o asil rindliği ile. Elbette tercih kendisinindir. Fakat kaleme alsaydı; Türk devlet yöneticiliğine, sanatına, kültürüne, Türk toplum hayatına ve insanı konu alan tüm ilimlere, insan olma ve insanı yaşatma sanatına eşsiz kaynaklar sunacaktı. İşte öylesine zengin bir ömrün adamıdır babam. Yine de kaleme almamışsa hissediyorum ki, o adalet duygusu yüksek güzel yürek, hayatın her alanındaki bazı kusurları sükûtu içinde muhafaza etmeyi ve şefkatle örtmeyi düşündüğünden bu ‘yazma’ yolunu seçmemiştir. ‘Sen her daim en doğrusunu bilirsin babam.’

Aslında, babamın eşliği, devlet yöneticiliği, şairliği ve şiiri oluşturması, seyyahlığı, adaleti, aileye ve şehirlere olan tutkunluğu, nüktedanlığı, futbol tutkusu, kalenderliği, para ve mevki hırsından uzak gani gönüllülüğü ve daha niceleri… hakkında anlatılacak çok şey var…

Fakat ben tadında bırakmak istedim. Dedim ya, belki bir gün gönlümden geçen annem ve babamı anlattığım bir romanla çıkarım karşınıza. Huzurdan ayrılırken babamla benim hayatımın kesiştiği birkaç tadı size aktarayım ve sonra sizleri ‘hayata ve hayatlara âşık bir yiğit adamın’, babamın şiirleri ile baş başa bırakayım:

Annem anlatırdı; babam Sakarya’da Levazım Yedeksubayı iken çarşaf giyen anneanneme bir manto almış –aylarca anneanneme yalvardıktan sonra- anneannemi mantoyu bir günlüğüne giymeye zor ikna etmiş ve onu bir paytona bindirerek Adapazarı Çark caddesinde manto ile birkaç tur attırarak gezdirmiş…

Babam,  Siyasal Bilgiler giriş sınavına girmeden bir gün evvel bir teneke beyaz peyniri aklı daha çok çalışsın diye bir günde yeyivermiş…

Babam, Kars’ta görevli iken öğretmenlerden Türk Sanat Müziği Korosu kurmuş ve Koro şefi olarak korosu ile bir dizi program icra etmiş…(Bunu iyi hatırlıyorum; benim üniversitede ilk yılım, ilk gurbetimdi.)  Bu arada, babamın cümbüş çaldığını ve onlarca bestesinin varlığını da ekleyelim… Hatta yine çocukluk ve gençlik yıllarımdaki hatıralar arasında müthiş karakalem resimlerini de hatırlıyorum.

Sene 1989. Ben öğretmen oldum. Babamla beraber ilk görev yerim olan okula gittik ve okul müdürünün kapısını çaldık. Tanışma ve konuşma sırasında babam müdürüme şunları söyledi:

“Ben kızıma Hazreti Muhammet’i de öğrettim, Atatürk’ü de… Ve biliyorum o da benim gibi bu millet, bu devlet, bu vatan, bu bayrak, bu ümmet ve elbette tüm insanlık için var gücü ile çalışacaktır.”

Öyle de oldu babacığım. Bana öğrettiğin ve –yüreğime, aklıma, genlerime- aktardığın bütün güzellikler için sana müteşekkirim. Ellerinden öpüyorum… Allah yar ve yardımcın olsun, babam, Mustafa Faruk İSLAM…

 

Rânâ İSLÂM DEĞİRMENCİ

Eğitimci/ Şair-Yazar

Mart 2018 Ankara  

 

Not: Babamla ilgili anıları olan Anadolu’daki tüm yürekli dostlar, benimle anılarınızı paylaşmak isterseniz ranadegirmenci@hotmail.com eposta adresime yazabilirsiniz. Şimdiden teşekkür ederim.

 

 

 

 

MUSİKÂR EDEBİYAT KÜLTÜR EĞİTİM DERGİSİ 2. SAYI /Ocak-Şubat- Mart / Kış 2020) -Özel- MUSİKÂR YÜRÜYÜŞ

MUSİKAR-PUBLİS- 2. sayı  -pdf 2

-pdf  Dergiyi Açmak İçin Burayı Tıklayınız…

 

 

Nâr/Rânâ Yazar Okulu: ‘YAZIMIZA KATILIN!’

BU ÜLKE YAZAR OKULU ve NÂR/ RÂNÂ YAZAR ATÖLYESİ’ne

AÇIK DAVET 

-Biz samimiyetle  “YAZI”  diyoruz; “NÂR İÇİNDE”ki YÜREK ile…-

  1. ‘BU ÜLKE YAZAR OKULU’ ülkemizin kıymetli bir GENÇLİK TOPLULUĞU ile başlatılan uzun soluklu çalışmadır.
  2. Okulun Eğitimcisi; EĞİTİMCİ-Proje Koordinatörü / YAZAR Rana İSLAM DEĞİRMENCİ’dir.
  3. Eğitimci-Yazarın NÂR-RANA YAZAR ATÖLYELERİ ve GENCİNE GİRİŞİMCİLİK OFİSİ bulunmaktadır.

NEDEN NÂR YAZAR ATÖLYESİ?

Neden ‘BU ÜLKE GENÇ YAZARLAR OKULU’ ? ve  GENÇLER neden  bu atölyeyi/ okulu SEÇMELİ?

1*

  1. Atölye Sahibi-Çalıştırıcı 30 yıllık  Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenidir:

ALANINDA  UZMANLIK / GENÇLERLE DİYALOG KURABİLME

  1. 40 yıllık yürekli okuyucu, yazıcı olmak:  ( Okuma-Yazma alışkanlığının yaşam biçimi oluşu)

SABIR, ALIN TERİ, UZUN SOLUKLU YÜRÜYÜŞ ile SAMİMİYETİ-YÜREĞİ / AKLI ORTAYA KOYMAK

  1. 17 yıl içinde:

6 Telif Eser ( Deneme, Hikaye, Şiir, Anı )

(Türkiye’nin sayılı birçok dergisinde ‘eser’leri  yayınlandı.)

3 Proje Kitabı  ( Biri Antoloji)

2 Dergisi  (Genel Yayın Yönetmenliği  / Editörlük)  // Musikâr Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni ve Editörü

Gazete  Kültür Edebiyat Direktörlüğü (Türkiye Manşet Gazetesi )

2 Köşe Yazarlığı  // Türkiye Manşet Gazetesi, Şehir Gazetesi

TECRÜBE-EĞİTİM/ BİRİKİM- PROFESYONELLİK

2*

Eğitimci-Yazar gençlerle ve yetişkinlerle beraber 12 yıldır,  sosyal hayatın farklı kurum ve oluşumlarında;  kültürel , sosyal birçok projeye ve proje eserine –PROJE EKİPLERİNE KOORDİNATÖRLÜK, FORMATÖRLÜK yapmak sureti ile  ulaşmıştır:

Proje mantığı içinde;  SÜREÇ-SONUÇ  / YOL-HEDEF / ALIN TERİ- ÜRÜN’ anlamlı, planlı BAĞINTISINI kurarak SİSTEMLİ YÜRÜYÜŞ… ( Tamamlanmış onlarca PROJE)

3*

  1. Eğitimci-Yazar Milli Eğitim Bakanlığı (Lise) bünyesinde iki ayrı genç yazar topluluğunu yazarlıkta yetiştirerek oluşturulan genç yazar kitaplarına ( 2) ; genç yazar/ okul dergilerine ( en az 15)
  2. -Aynı şekilde- Kültür Bakanlığı Gençdes Projesi kapsamında (14-29 yaş genç grubu ile) 2 Genç Yazar Atölyesi çalıştırmış; GENÇLİK KİTAP PROJESİ’ne PROJE KOORDİNATÖRLÜĞÜ,  EĞİTMENLİK, EDİTÖRLÜK yaparak çalışmaları ESER ile neticelendirmiştir:

“EKİP RUHU”  ve YARATICI ZEKAYI HAREKETE GEÇİRME Yöntemleri ile SAMİMİ ve BİLİNÇLİ çabaların ürünü olarak KALICI/ ÖZGÜN bir ‘ESER’e ULAŞMA…

  1. Yazar MEB’de yetişmiş ‘Proje Koordinatörü’ olmanın yanında(2007);

“Nâr/Rânâ Yazar Okulu: ‘YAZIMIZA KATILIN!’” yazısının devamını oku

İSTİKLÂL ŞAİRİ ÂKİF’TEN İSTİKBAL SEMBOLÜ ÂSIM’A

MEHMET ÂKİF VE ÂSIM

Milletimi ebediyete taşıyan Âsımlarının kahramanlığına bir kez daha şahit olunca…-

 

Bir sosyal gözlemci ve sosyal bilimci olarak Mehmet Âkif, öncelikle bu ülkenin meseleleri üzerine kafa yormuş; halkın dertlerini, meselelerini tespit, teşhis etmeye ve çözüm önerileri sunmaya çalışmış sorumlu bir aydındır, düşünürdür. Ancak, sahip olduğu edebî yeteneklerini kullanarak bu konulardaki fikirlerini çoğunlukla şiirle ifade yolunu seçmiştir. Esasen, kendisi de bu noktaya işaret eder ve kendisi için eserlerinin sanat niteliğinden ziyade dile getirdikleri anlamın ön planda olduğunu belirtir.

Âkif gündeme geldiğinde, şu önemli noktayı vurgulamak gerekir: O, kültürümüzün, tarihimizin belli bir döneminde iz bırakmış, katkılarda bulunmuş ve bugün için tarihî bir hatıra olarak yâd edilecek birisi değildir. Aksine, bugün de içinde bulunduğumuz kültür / kimlik bunalımı konularına çözüm ararken hâlâ kendisinden yararlanabileceğimiz aktüel bir düşünürümüzdür, Âkif.

 

Mehmet Âkif, sanatını milletin geleceğine adamış bir sanatçıdır.  Onun özellikle üzerinde durduğu zümre gençliktir. Gençler işçi, öğrenci, asker, öğretmen olarak Safahat’ta yer almıştır. Altıncı Safahat, Mehmet Âkif’in “sembol genç” olarak düşündüğü “ÂSIM” adıyla yayınlanmıştır.  Âsım kimliği Âkif’in muhavereli üslubuyla okuyucuya sunulmuştur. Bu kimlik Türk gencinin içinde taşıması gereken değerler manzumesini barındırır. Âkif nasıl bir gençlik düşünüyorsa burada özetlenmiş; büyük şair bu eserde hangi Âsım’ı kastettiğini özellikleriyle ve bağlantılı olarak anlatmıştır. İşte! Âkif tarafından özellikleri anlatılan Âsım, bu toprağın değerleriyle bütünleşmiş, milletin mayası ve milletin kendisidir.

 

Akif’e Göre Nasıl Bir Gençlik?

Hangi ÂSIM?

Âsım’ın Fizikî Durumu

 

İnsan, ruh ve bedenden ibarettir. Gençlik söz konusu olduğunda bedenen ve ruhen desteklenmiş, her iki sahada ihtiyaçları karşılanmış bir kesim düşünülmektedir. Âkif’in gençlik tanımında fizikî ve ruhî durum yer almış, her ikisinin ideal vasıfları dile getirilmiştir.

 

Safahat’ta yer alan gencin fizikî durumu hayranlık vericidir. İki üç katlı büyük bir çınar gibi olan bu genç, yüksek göğüslü, yalçın kaya gövdeli, her uzvu mükemmel ve güçlü, kemikleri sağlam, elleri sert, uzun boylu, geniş omuzlu, vücuduna uygun bir kafa, kapı gibi sırtlı, kalın adaleli, demir bilekli ve ellidir. Satırlarda anlatılan Âsım gibi sağlıklı ve güçlü olmak özendirilmektedir. Gençliğin bu derece sağlıklı olmasının yolu bellidir: Kötü alışkanlıklardan uzak, hayatı düzenli, beslenmesi ölçülü, kabiliyetli olduğu spor dallarının en az birinde uğraş veren, sağlıksız ortamlarda hiç bulunmayan bir genç fizikî olarak Âsım’dır.

 

Âsım’ın Ruhî Durumu

 

Âkif’e göre mükemmel bir genç şu ruhî özellikleri taşımalıdır: İmanlı, zinde beyinli, sağlam bilgili, irfan sahibi, derin yürekli, ölümden korkmayan, çok hünerli, inci hisli, merhametli, ince ruhlu. Safahat’taki ifadesiyle şöyledir:

 

Görmedim ben bu kadar dört başı mamur insan

Ne büyük hilkat o Âsım, ne muazzam heykel!

 

Mehmet Âkif, fizikî ve ruhî özellikleriyle somutlaştırdığı gence bazı sorumluluklar yüklemiştir. Genç, görevini ifa ettiği kadar değer kazanmaktadır. O; topluma verdikleri kadar ağırlık taşır, fedakarlıkları nispetinde söz sahibidir. Kendisinden bekleneni yerine getirince vefa borcunu ödeyecektir.

 

İmanlı Âsım

 

Genci ayakta tutan imanıdır. Zorlukları onunla yener, sıkıntılara katlanmada imanın gücünden yararlanır. Genç bu imanla “Mehmetçik” olur, cephede en önemli göreve katılır. İmanı yine onu ayakta tutar:

 

Çünkü tesisi ilahi o metin istihkam.

 

Marifetli ve Faziletli Âsım

 

İman insana ahlak güzelliği verir. Bu kanaatte olan Âkif, gencin marifet ve fazilet sahibi olmasını tavsiye eder. Milletlerin kurtuluşu ve güzel günleri için gençliğin marifet ve fazilet sahibi olması gerekmektedir. Âkif, bu konuda acelecidir; şöyle der Âsım’a:

 

Hadi tahsilini ikmâle tez elden, hadi sen!

Çünkü milletlerin ikbâli için, evladım

Marifet bir de fazilet… İki kudret lazım

Marifet, ilkin ahaliye saadet verecek

Bütün esbabı taşır sonra fazilet gelecek

 

Âsım’ın Şahsiyeti

Yaşadığı süre içinde kişiliğinden ve kimliğinden taviz vermeden ömür sürmek Âkif için bir hayat biçimidir. Kendi şahsiyetinde yaşattığı değerleri Âsım’da görmek ister. Karşılaştığı birçok olayda ortaya koyduğu tepkiyi Âsım’a da tavsiye eder. Haksızlık karşısında susmamak, zalime zulmünü haykırmak Âkif’i âkif yapan önemli karakter özelliğidir. Âsım’a öğüdü şu mısralarda yer alıyor:

 

Zulmü alkışlayamam zâlimi asla sevemem

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem

Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam

Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam

Doğduğumdan beridir aşığım istiklâle

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale

 

İlim Sahibi Âsım

 

Mehmet Âkif, gençlerin bilgili olmalarını gelişmiş ülkelerle aradaki mesafeyi bilginin gücüyle kapatabileceğimiz belirtir. Âsım’ı bu göreve gönderirken şahsiyetini ve değerlerini korumasını özellikle ister. Sade ilim alınacak bazılarının yaptığı gibi kimlik kaybedilmeyecektir.

 

 

Sade Garbın yalınız ilmine dönsün yüzünüz

O çocuklarla beraber gece gündüz didinin

Giden üç yüz senelik ilmi yeniden edinin

Fen diyarında sızan nâ-mütenâhi pınarı

Hem için hem getirin yurda o nâfi suları.

 

Mehmet Âkif, İslâm’ı anlamak için de ilim gerektiğini ifade eder. Çağın getirdiği yozlaşmalara çözümler bulacak gençlerin ilme sarılmaktan başka bir şey yoktur:

 

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı

……

KURU DAVA İLE OLMAZ BU İLM İSTER…

 

Ümit Dolu Âsım

 

Geleceğe ümitle bakmak esastır. Ümidini kaybeden her şeyini kaybetmeye başlar. Âkif’in yaşadığı dönemde milletin en çok ümide ihtiyacı vardır. Genç insan ümidi ile yaşamaktadır. Âsım’da bulunması gerekenlerden biri de ümitli olmaktır. Ümidini yitirmenin millete kaybettirdiklerini Âkif şöyle anlatır:

 

Bir ışık gösteren olsaydı tek bir ışık

Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık

İki yüz senedir serpemiyor bizde şebab  (gençlik)

ÇÜNKÜ BÎÇARENİN ÂTİSİNE İMÂNI HARAP

 

Çalışkan Âsım

 

Çalışmak şahsiyetli olmanın yolunu da açacaktır. Çalışan genç gayesine ulaşacak, kimsenin karşısında ezilmeyecektir. Safahat’ın içinde en çok durulan kavramların içinde çalışmak vardır. Şöyle der Âkif:

 

Şimdi kurtarmak için azmedelim kurtarırız

Verelim gel de şunun kalbine bir canlı ümit

Oturup dil dökecek yerde gidip döksene ter!

BİN ÇALIŞ GAYEN İÇİN BİR KAZAN ÖMRÜNDE YETER.

 

Hukuka Saygılı Âsım

 

Milletleri ayakta tutan uygulamaların başında kanunlar gelir. Kişiler kanunlar karşısında eşittir. Ortaya çıkan olaylar kanunların ışığında çözüme kavuşturulur, insanlar haklarını alırlar, bedeller ödenir. Bu tür bir uygulama otoriteyi de güçlendirir. Güveni artırır. Ülkede bir ahenk, tabii bir düzen tesis edilmiş olur. Ne kadar haklı olursa bile suçların karşılığını ilgili merciler vermelidir. Âkif, bu kanaattedir. Âsım’a da bu doğrultuda önerilerde bulunur. Kişisel zorbalık yerine kanuna müracatı tavsiye eder.

 

Bize Âsım ne şunun yumruğu lazım ne bunun

Birinin pençesi ister yalınız: Kânunun.

VER BÜTÜN KUDRETİ KÂNUNA Kİ VAHDET YÜRÜSÜN

YOKSA MİLLET DEĞİL ANCAK DAĞINIK BİR SÜRÜSÜN!

 

Sorumlu Âsım

 

Genç yapıcı olmalıdır hareketlerinin, sözlerinin sonuçlarını kestirme basiretini göstermelidir. Âkif, gencin duyarlı olmasını ister. Duyarlı genç yeri geldiğinde içi sızlayan, ciğeri yanan gençtir. Yanlışlığa, haksızlığa ilgisiz kalmaz. Bu uğurda her şeyi göze alır.”Aldırma”, “boş ver”, “neme lazım” gibi sözler Âsım’ın söyleyeceği sözler değildir. Âkif’e göre Âsım ilgili, duyarlı, gözü pek olmalıdır. İşte o mısralar:

 

Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim

Onu dindirmek için kamçı yerim çifte yerim

Adam aldırma da geç git, diyemem. Aldırırım

Çiğnerim, çiğnenirim, Hakk’ı tutar kaldırırım

Zalimin hasmıyım ammâ severim mazlumu

 

Vatansever Âsım

 

“İNSANI FEDÂKAR TAVRI BÜYÜTÜR.” Tabiî görevlerinin üzerine daha fazla mesai yapması,daha çok çalışması, tolum için kendinden bir şeyler feda etmesi gencin değerini artıracaktır.Yeri geldiğinde ülkesi için canını feda eden gencin makamı çok daha yüce olmuştur, Âkif, Âsım kimliği ile gençlere böylesi ulvî makamlar önerir. Bu makam şehadettir. Âsım, Mehmetçik olur ve bu vatan için toprağa düşer. Devamını Âkif’ten aktaralım:

 

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker

Gökten ecdât inerek öpse o pâk alnı değer

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhidi

Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi.

 

Burada anlatılan fedakarlık o derece büyüktür ki onun karşılığını taktir etmek, bedelini somutlaştırmak mümkün değildir. Gençliğin bu davranışının karşılığı, şehadet mertebesi ile tescil edilmiş ödülü yüce makama arz edilmiştir: O müjde şöyledir:

 

Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber

Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber

 

Mehmet Âkif, yeri geldiğinde vatan için ölmeyi bir oyun rahatlığıyla ve tabiliğiyle kabullenen gençleri taktir etmektedir.

 

BU GENÇLER ÂSIM’DIR. ÂSIM’IN NESLİDİR…

 

ÂKİF’İN MİLLETİMİZ İÇİN “GELECEK VE MEDENİYET TASAVVURU”

“Âkif” söz konusu olduğunda, onun birbiriyle iç içe geçmiş üç yönü dikkatimizi çeker: Şahsiyeti, şairliği, düşünce ve eylem adamı oluşu… Yaşadığı toplumun her türlü gerilikten kurtulması için mümkün olabilecek bütün ifade imkânlarını kullanan Âkif’in; düşünce yazıları, seyahatleri, dergiciği, Mütareke ve Millî Mücadele yıllarındaki faaliyetleri ve başlı başına Safahat, hızla çöküşe doğru yol alan bir topluma yeniden medeniyet dünyasındaki yerini kazandırma düşüncesinin hareket noktası ve aynı zamanda sonucudur. Bu bağlamda, doğrudan medeniyetle ilgili hususları yer aldığı mısralar bir yana, Safahat’ın kendisi bütün muhtevasıyla bir medeniyet tasavvurunun ürünüdür.

Âkif’in şiirinde eleştiri konusu yapılan her ne varsa, bunlar, medenileşmenin önündeki engellerdir.

Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini;

Veriniz hem de mesâinize son sür’atini.

Çünkü Kâbil değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyeti yok, san’atın, ilmin; yalnız,

(…)

Bütün edvâr-ı terakkîyi geçmek için;

Kendi “mahiyet-i ruhiye”niz olsun kılavuz.

Çünkü beyhûdedir ümmîd-i selâmet onsuz.

Safahat’ın pek çok yerinde İslâm toplumlarının içinde bulunduğu olumsuzlukları dile getiren daha birçok örnek vardır. İnanmış bir insan olarak Âkif, İslâm’ın bütün değerlerine gönülden bağlıydı ve yaşadığı toplumla birlikte Müslüman milletlerin içinde bulunduğu duruma, hele bunun suçunun dine yüklenmesine asla tahammül edemiyordu. Müslüman toplumlar geri kalmışlıklarının sebebini dinde değil, onun gerçek kimliğinden uzaklaşmada aramalı ve buna göre çareler üretmeliydiler. Bu konuda en büyük sorumluluk aydınlara düşüyordu. Çünkü onlar, ilerlemeyi, dolayısıyla medenileşmeyi sağlayacak olan her türlü hareket ve düşüncenin lokomotif gücü idiler.

Fatih Kürsüsü’nde Âkif,

Bakın mücâhid olan Garb’a şimdi bir kere;
Havâya hükmediyor kâni olmuyor da yere.

Dönün de âtıl olan Şark’ı seyredin: Ne geri!

Yakında kalmayacak yeryüzünde belki yeri!

Nedir şu bir sürü fenler, neder bu san’atler?

Nedir bu ilme tecellî eden hakikatler?

diyerek Batı’nın bilim ve tekniğini, çalışkanlığını örnek almada gerçekçi ve inandırıcı bir çabanın öncüsü olduğu gibi; bilimin somut göstergesi demek olan teknolojinin insanlık dışı amaçlarla kullanılmasına karşı duruşu ile de Âkif, gerçek bir medeniyetin mahiyetini ortaya koymuştur.

Âkif’in Safahat’ındaki medeniyet tasavvurunun bazı noktaları:

  1. Âkif’in düşüncesinde medeniyetin belirleyici unsuru dindir. Gerçek batılılaşma ya da medenileşme ile dinden uzaklaşma arasında hiçbir ilişki kurulamaz.

 

  1. Medeniyeti kuran güç, çalışma azim ve gayretidir. Millet hayatında durmanın, beklemenin, eğlenmenin yeri yoktur. Gününü gün etme düşüncesi bir millet için büyük bir felâkettir ve çalışmayana hayat hakkı yoktur. Batı, çalışma sayesinde ilerlemiş, bilim ve teknolojideki üstünlüğünü çok çalışarak elde etmiştir.

 

  1. Medeni olmak, zamanın kıymetinin bilincine ermek ve zamana hükmetmesini bilmekle mümkündür.

 

  1. Bilim, akıl ve teknoloji dışı; kendi toplumumuzun kültür ve inanç dünyası ile bağlarını koparmış, taklitçiliğe dayanan bir Avrupa ve batı hayranlığının medenileşmeyle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü medeni milletler arasında kendi ruh dünyasının temel dinamiklerini dışlayıp , taklitçilikle ilerlemiş ve medenileşmiş bir millet örneği gösterilemez.

 

  1. Bir milletin tarihinde geçmişte elde edilen başarılar, güç ve övünç kaynağı olarak elbette önemli ve değerlidir. Ancak bunlara takılıp kalmanın sonu hüsrandır. İçinde bulunduğumuz zamanı çok iyi değerlendirerek, yönümüzü geleceğe çevirmek, tutulacak en akıllıca yoldur.

 

  1. Toplumda birlik fikrini ortadan kaldırıp anlaşmazlık ve bölünmeye yol açan kavmiyetçilikle ilerlemek, kalkınmak ve medenileşmek mümkün olamaz.

 

  1. Bilgisizlik ve taassuptan kurtulmanın tek çaresinin eğitim olduğu bilinmeli ve eğitim bu amacı gerçekleştirmeye hizmet edecek nitelikte yapılmalıdır.

GEÇMİŞE SAHİP ÇIKMAK, ŞİMDİYİ ANLAMAK VE GELECEĞİ GÜVENLE KARŞILAMAK İÇİN SİZLERİ MEHMET ÂKİF’İN SAFAHAT’INI OKUMAYA davet ediyoruz. Âkif’i ve Âsım’ı okumalıyız. Çünkü her birimiz ya Asım’ız; ya Âsım’ın anne ve babası ya da Âsım’ın evladıyız. Çünkü biz Âkif’ten Âsım’a uzanan çizgide birlik ve beraberlik şuuru içindeyiz. Çünkü biz “hakkıdır Hakka tapan milletimin İstiklâl” diye haykıran İstiklâl Şairini anlamak; onla tek yürek olduğumuzu okumak, İstiklâl ve İstikbâlle Âsım’ı anlamak / anlatmak ve Âsım gibi YAŞAMAK durumundayız.

Sözümüzü, asırlar boyunca milletimizin içinden yetişecek nice Âsımlar’a kılavuz olacak Âkif’in Safahat’ının ÖNSÖZündeki “OKU” hitabıyla noktalıyoruz.

Haydi Âsım’lar! Birlik içinde, “tek yürek” olup hissederek okuyalım:

Ağlarım, ağlatamam; hissederim söyleyemem

Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzarım!

OKU, şayed sana bir hisli yürek lâzımsa

OKU, zira onu yazdım, iki söz yadımsa dort-kitap